Klasik müzik bir zamanlar devrimciydi de, şimdi bir tür nostalji mi oldu?
- Pelin Alpaslan
- 14 Şub
- 4 dakikada okunur

Geçtiğimiz günlerde Orhun Orhon’un bir paylaşımına denk geldim. Ciddi anlamda kışkırtan, huzursuzluk veren, üzerinde düşünmeye çeken birkaç soru soruyordu 😊
Öncelikle klasik müzik “satmaya” mı odaklanmalı yoksa “düşündürmeye” mi odaklanmalı diyor. Yani uygun, sevimli, satılabilir, hiçbir değeri sarsmayan bir şey mi olmalı yoksa hala insanları sarsabilen, rahatsız edebilen, statükonun ötesine geçen bir şey olabilir mi?
Sanat: Konfor Mu, Heyecan Mı? 🤔
Bence bu ikilem sadece klasik müzikte değil, bütün sanat dallarında var aslında.
Bir eseri seyrederken, okurken ya da dinlerken iki tür hisse kapılıyorum genellikle.
Ya ruhumun rahat bir koltukta gevşediğini hissediyorum ya da ayağımın altındaki zeminin kaydığını. İlkinde konfor var, ikincisinde bir sarsılma. Peki sanat hangisi için var?
İkisi de! Bazen böyle rahatlayıp gülümsemek istiyorsun, bazen de bir şeyler seni derinden sarsıyor ve uykusuz bırakıyor. Konfor mu yoksa heyecan mı daha güçlü olmalı karar vermek zor. Çünkü sanat rahatlatıcı bir nostaljiye de bürünebilir ya da güçlü bir çığlık halini alıp karnımıza yumruk da atabilir 😊
Günümüzde sanat, ekonomik sistemin de bir parçası haline geldiğinden “satılabilirlik” kaçınılmaz bir kriter olabilir. Ama sanatın asıl gücü düşündürmek ve sarsmak. Ama her sarsıcı şeyin de büyük bir “sürükleyici” gücü yok. Benim asıl sorumsa şu; ikisi bir arada olabilir mi? Yani hem geniş kitlelere ulaşan hem de rahatsız edebilen bir sanat mümkün mü? Ve cevabı elbette Mozart’ta, Beethoven’da, Stravinsky’de ya da 20. Yüzyılın modernistlerinde saklı olabilir 😊
Onlar hem sanatlarını “satılabilir” kıldı hem de zaman zaman dinleyicilerini sarsmayı başardı. Ne var ki şu an “satılabilir olanın” daha yumuşak, risksiz ve konforlu hale getirilmesi gibi bir dayatma var.
Peki onların döneminde bu dayatmalar yok muydu?
Mücadele 🎶
Hem de nasıl! Örneğin Selçuk Yöntem’in de sahneye taşıdığı Amadeus eserinde gördüğümüz gibi, Mozart da o dönemin aristokrasisiyle mücadele etmek zorundaydı. Saray müzisyeni olmak hem bir ayrıcalıktı hem de büyük bir sınırlamaydı. Ama Mozart, operalarında açık ilişkilerden sınıfsal çelişkilere kadar bir çok meseleyi işleyerek müziği daha cesur bir alana çekti.
Figaro’nun Düğünü de tam da bu yüzden sadece eğlenceli bir opera değil aynı zamanda devrimciydi; çünkü hizmetkarların, aristokratları alt ettiği bir hikayeydi. Devrimle sonuçlanacak sınıfsal gerilimleri anlatıyordu. Figaro karakteri, soyluların ayrıcalıklarını alaycı bir şekilde eleştiriyordu. Hatta Viyana’da yasaklanan Beaumarchais’nin oyunu üzerine yazdığı opera olması bile başlı başına bir riskti. Ama Mozart bunu müzikal olarak o kadar parlak ve eğlenceli bir şekilde yaptı ki, aristokratlar bile keyifle izledi.
Sonra, İstanbul Opera ve Balesi’nin bu yıl sergilediği Don Giovanni mesela. Sadece ahlaki bir hikaye gibi görünse de, aslında aristokrasinin yozlaşmışlığını eleştiriyordu. Don Giovanni karakteri, halktan insanlara istediği gibi davranan, kadınları istismar eden ve bundan hiç pişmanlık duymayan bir soyluydu. Operanın sonunda cezasını bulsa da, hikaye boyunca toplumun farklı kesimlerinden insanların bu güce nasıl boyun eğdiğini gösteriyordu.
Ez cümle Mozart’ın döneminde de sansür vardı ama muhalif sanatın bir koruyucusu da vardı. Mesela aydınlanmacı yöneticiler ya da sanat patronları. 2. Joseph gibi biri, belki tam bir devrimci değildi ama sanata ve fikirlere görece açık biriydi. Bugün ise böyle bir koruyucu mekanizma var mı, tartışılır.
En radikal eserler bile zamanla “evcilleşiyor” mu? 💭
Orhun Orhon sorusunun devamında aslında bunu yapmamızın içinde bulunduğumuz durumda bir anlamı ya da mümkünatı var mı diyor.
Burada “bunu yapmamız” ile kastettiği şey müziğin hala sarsıcı olup olmayacağıysa, bu mümkün ama zor. Çünkü radikal olanı tüketmek için bile bir “pazar” oluştuğunda, o radikallik bile sisteme entegre ediliyor. Peki sanatçı gerçekten rahatsız etmek istiyorsa, bunu satılabilirlikten bağımsız bir alan açarak mı yapmalı, yoksa sistemin içinden mi yapmalı?
Stravinsky’nin Bahar Ayini ilk çalındığında olay çıkmıştı, şimdi bir konser salonuna gidip dinlediğinde kimse yerinden bile kıpırdamıyor. Bir sanat eseri zamanla anlamını yitiriyor mu, yoksa sadece toplumun bağışıklık sistemi mi güçleniyor?
Ya da Orhun Orhon’un sorduğu şekilde Klasik müzik hala devrimci mi, yoksa putlaşarak bir laik dine mi dönüştü? Fransız İhtilali öncesinde, müzik aristokrasinin bir eğlencesiydi ama aynı zamanda Mozart gibi besteciler onun içinden çıkıp sistemi eleştiren şeyler yapabiliyordu. Şimdi klasik müzik, daha çok bir statü göstergesi, kültürel bir “mirasa saygı” ritüeli gibi duruyor. Devrimci olmaktan çok, geçmişin bir simgesi haline gelmiş gibi.
Ama şu da var: Eğer Mozart yaşasaydı, bugünün diliyle yazılmış, bugünün meselelerine doğrudan dokunan bir şeyler üretebilir miydi? Muhtemelen evet, peki klasikleşir miydi? Bilemiyoruz.
Bir şeyin iz bırakmaktan önce keşfedilmesi gerekiyor. Keşfedilmesi için öne çıkması gerekiyor. Bu sadece müzik değil tüm alanlarda geçerli. Keşfedildiyse artık popülerleşebilir. Bu da klasik olmak yerine belirli kodları benimsemeyi gerektirebiliyor. Algoritma böyle çalışıyor. Popüler olmazsan yok oluyorsun, olursan da bir pop ürünü haline dönüşüyorsun.
Günümüzde cesur ve niş işler hiç mi yok? 🎭
Evet, kesinlikle var, ancak bunlar çok daha dar kitlelere hitap ediyor. Radikal ve düşündürücü müzik de, tiyatro da yapılıyor, ama çoğu zaman ana akımın dışında, daha dar alanlarda varlık buluyor.
Aslında müzikal anlamda çok da entelektüel birikimim olmamakla birlikte Mica Levi’yi, Under the Skin film müziğinde kullandığı tedirgin edici sesler ve geleneksel orkestrasyonun dışında ürettiği işleriyle tanıdım.
Ya da Philip Glass gibi minimalist bir besteciyi, Truman show, Illusionist filmlerinden. Onu dinlemek insanı bunaltıyor, daraltıyor, dellendiriyor, köşeye sıkıştırıyor ve daha sonra da bırakıyor hissi veriyor bana 😊
Ya da Kaija Saariaho’yu benzer şekilde bir makaleden tanımıştım, hatta sonra Arte’de kendi yazdığı Innocence operasını izlemiştim.
Bizde de yok mu? Mesela Fazıl Say’ın “Nazım” ve “Sivas 93” gibi eserleri, sadece müzikal olarak değil, ele aldığı konularla da dinleyiciyi sarsan ve düşündüren işler.
Ya da Tolga Tüzün, Bilgi Üniversitesi’nde Müzik başkanı olduğunda tanımıştım, çağdaş müziğin sınırlarını zorlayan besteleriyle hala farklı bir yerde duruyor.
Farklı türlerde Gaye Su Akyol var, Ezhel var. Tabuları yıkan ve protest duruş sergileyen birçokları da…
Öte yandan, Türkiye’de de sarsıcı oyunlar da sahnelenmedi değil.
Mesela Ferhan Şensoy, tam da Mozart’ın operalarında yaptığı gibi mizahı, taşlamayı ve zekice kurgulanmış göndermeleri kullanarak statükoya meydan okuyan bir ekoldü.
İzlemeye doyamadığım Ferhangi Şeyler, tam anlamıyla tek kişilik bir toplumsal taşlama! Ya da İstanbul’u Satıyorum, kapitalizmin hiciv dolu eleştirisi…
Bugün geldiğimiz noktada ise sorgulatan ve sarsan eserler bulmak belki imkansız değil evet ama bulması biraz zor.
Sanatın Gücü 🧠
Düşünüyorum da belki önemli olan, sanatın nasıl yapıldığı değil, nasıl algılandığıdır. Her ne kadar günümüzde sarsıcı sanat daha az üretilse de, her eser bir şekilde statükoyu zorlayabilir, insanları farklı düşünmeye sevk edebilir. Kimi zaman bu, cesur bir yolla olur, kimi zaman ise daha küçük, ama etkili bir dokunuşla…
Sizce bugün hangi sanat dalında kimler bizi gerçekten sarsabiliyor? Ayağımı yerden kesecek, zihnimi sarsacak önerileriniz olursa, alırım bir dal😊
Comments